29 Eylül 2009 Salı

Müze Markasında Mimarinin Önemi: Berlin Yahudi Müzesi Örneği

Geçenlerde Berlin'deki Yahudi Müzesi'ni ziyaret ettim. Müzecilikte mimarinin önemini çok net bir şekilde ortaya koyan bir örnek Berlin Yahudi Müzesi (Judisches Museum). Koleksiyonundan önce mimarisiyle ziyaretçiye bir "deneyim" yaşatmayı hedefliyor. Bu müze aracılığıyla size mimarinin ziyaretçi deneyiminin, dolayısıyla müze markasının ne kadar önemli bir parçası olduğundan bahsetmek istiyorum.

Berlin'de bir Yahudi müzesi açılması fikri on yıllardır gündemde olan bir konu imiş.
Fakat soykırımın izlerinin yoğun olarak görüldüğü ve acı anıların yaşandığı Berlin' de nasıl bir sergileme ve anlatım yapılabileceği konusunda tedirginlikler olmuş. 1960'lı yılların başında Yahudi liderlerinden Heinz Galinski Berlin'de bir Yahudi Müzesi kurulması fikrini ortaya atmış fakat bu proje gerçekleştirilememiş.

9 Eylül 2001' de açılışı yapılan Berlin Yahudi Müzesi, direkt olarak soykırıma odaklanmak yerine, Yahudi toplumunun Berlin'deki 2000 yıllık geçmişini ve Berlin'in şehir kültürüne katkılarını vurgulayarak, aradaki bağı kuvvetlendirmeyi amaçlamış. Müzede soykırımı anlatan nesneler ya da toplama kamplarında çekilmiş fotoğraflar yok. Müze, mimarisi aracılığıyla bu konuda birşeyler aktarıyor ziyaretçisine.

Müzenin mimarı, ailesini soykırımda kaybeden Polonya asıllı Amerikalı Mimar Daniel Libeskind. Binayı üstten bakınca bir yıldırıma benzetmek mümkün. Binayı, formu bozulmuş Yahudi yıldızına benzetenler de var. Müze binasının dış yüzeyi tamamen parlak çinko ile kaplanmış ve sanki yapıyı çatlamış gibi algılatan camlar var. Müze binası daha içeri girmeden ilginizi çekiyor ve etkileniyorsunuz.

 Bu yeni müze binasına Prusya zamanında mahkeme olarak kullanılmış olan Barok bir yapının içinden giriliyor. Yanyana bulunan iki bina alttan bir tünelle birleştirilmiş. Müzenin servis alanları barok binada bulunurken sergileme alanları yeni binada bulunuyor.


Sergileme alanına girdiğiniz anda başınız dönmeye başlıyor. Bastığınız yer ayağınızın altından kayıyor sanki. Biraz sonra anlıyorsunuz ki zemin düz değil! Mimar Libeskind bu şekilde ziyaretçiye bir deneyim yaşatmayı hedefliyor. Soykırım kurbanlarının yaşadığı korku, içinde bulundukları duruma anlam verememe, bastığın yere güvenememe hissi. Müzelerde alışık olmadığımız şekilde bina, mimarisiyle sizi “rahatsız” etmeye çalışıyor. Biraz sonra karşınıza 3 yol çıktığında ne tarafa gideceğinizi bilemiyorsunuz ve bunların hepsi yaşamanız gereken deneyimin birer parçası...


Müzede mimarinin yaşattığı deneyimin en önemli parçalarından biri de müze içerisindeki işlevsiz gibi görünen boşluklar. Hiçbir şekilde gidilemeyen ve kullanılamayan bu boşluklar,  soykırımdan sonra Berlin’de eksik kalan Yahudi kültürünü anlatıyor. Soykırım kulesi olarak anılan alan işte bu boşluğu anlatmak için  oluşturulmuş ve müzenin her katındaki duvardaki çatlaklar şeklindeki pencerelerden görülebiliyor.

İkinci kata çıkmak için son derece dik ve sonunda ne olduğu görülemeyen bir merdiven çıkıyor karşınıza. Başka bir müzede eleştireceğim bu merdivenler bu müzede yaşayacağınız deneyimin bir parçası (Tabii merdiveni kullanmak istemeyenler için bir asansör de var. ).  Bu merdiven savaş sırasında Yahudi toplumunun önündeki zorlu ve sonu belirsiz yolu simgeliyor.

Türkiye’de müze kurulacağı zaman hemen tarihi bir bina aranmaya başlıyor. Tütün depoları,  eski köşkler, fabrikalar müzeye dönüştürülmeye çalışılıyor.  İklimlendirmenin, fiziki altyapının yetersiz olduğu bu binalarda, binanın tarihiyle ilişkilendirilemeyen tarihler sergilenmeye ve ziyaretçiye sunulmaya çalışılıyor. Bu binaların kendileri de koruma altında olduğu için gerekli tadilat yapılamıyor. Teknolojik altyapı kurulamıyor. Ya koleksiyon binanın içinde kayboluyor ya da bina anlamını kaybediyor.

Oysa ki müzenin mimarisi, müze markasının çok önemli bir parçası. Yani, ziyaretçinin müze konusundaki algısını etkileyen önemli bir etken.  Buna örnek olarak İstanbul Arkeoloji Müzeleri’nin binalarından Çinili Köşk ve Klasik Bina verilebilir. Çinili Köşk Fatih Sultan Mehmet’in Av köşkü olarak inşa edilmiş ve günümüze az sayıda ulaşan Selçuklu etkisindeki Osmanlı mimarisi örneklerinden biri. Ne yazık ki sadece dış görüntüsü ile... Çünkü bina müzeye dönüştürülürken iç kısımdaki Türk süsleme sanatına dair bütün malzeme kaldırılmış. Odaların duvarlarında bulunan şömineler kapatılmış, çini ve ahşap bütün süslemeler kaldırılmış. Bütün bu katliamın yapılma sebebi binanın klasik dönem eserlerinin sergilenmek için kullanılacak olması. Kendi başına bir kültür varlığı olan bu bina şimdi anlamının bir kısmını yitirmiş durumda. Şimdilerde çinili Köşk’de Osmanlı – Selçuklu Dönemi çinileri sergileniyor ama kaybettiğimiz tarihimiz geri getirilemiyor.

Çinili Köşk klasik eserlerin sergilenmesinde yetersiz kalınca Osman Hamdi Bey’in müdürlüğü zamanında Klasik Bina inşaa ediliyor ve klasik dönem eserleri buraya taşınıyor. Müze olarak inşa edilen bu binada kolkesiyon ile binanın örtüştürülebilmesi daha kolay bir şekilde sağlanabiliyor tabii.
İşin özü şunu vurgulamaya çalışıyorum. Müzenin koleksiyonu ve mimarisi uyumlu olmalıdır. Müze dışarıdan da içeriden de ziyaretçiye tek ve tutarlı bir mesaj vermeli, ziyaretçi de doğru bir algı uyandırmalıdır. Bu uyum eski bir binanın müzeye dönüştürülmesi ile de sağlanabilir ama bence yeni bir bina inşa etmekten daha zor bir yol olur. Koleksiyonu sergilemek için bina seçimi konusunda seçeneklerimiz sınırlıysa da mutlaka bir konsept etrafında koleksiyon ve binanın kaynaştırılması gerekir.

Berlin Yahudi Müzesi binasını da sergilemesinin bir parçası yapabilmiş, markasını net bir şekilde oturtmuş, sergilemesi, etkinlikleri  ile ziyaretçiye tam bir deneyim yaşatmayı başarabilmiş bir müze. Bence bu müzenin bize müzecilik anlamında öğreteceği çok şey var.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

LinkWithin

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...